Dalgıcın RehberiDalış YazılarıFaydalı BilgilerKöşe YazılarıNesem Demiray Öztürk

Bilimsel Dalış – 1

MERHABA DERİN DOSTLAR;

Yürekten bir selamlama ile başlattığım yazımın konusu ne olmalı diye düşündüm bir süre…En iyi başlık, en güzel girişin sahibi konu, “Sudan Karaya Geçiş” oluverdi biraz mecazi anlamıyla… Belki de, bu kadar yakın bulmamız kendimizi sulara, bundandır dedim ve -ikinci dünya şansı- olarak değerlendirdiğim denizlerimizin, gerçekte -anavatanımız- olup olmadığını tartıştım.

Canlılığın kökeni hakkında araştırmalar yapan Evrim Bilimi, insanlar tarafından yıllardır tartışılagelmiştir. Oysa Evrim Bilimi diğer temel bilimlerden oldukça farklıdır. Fizik ve Kimya gibi temel bilimler, kesin ve net sonuçlar ortaya koyarken Evrim, her zaman gelişmelere ve araştırmalara açık olmuş, yalnız en son kabul edilen, en mantıklı teoriyi sayfalarına dökmüştür. Bu nedenle, inançlara dayanan yaratılış kuramları ile tarihi boyunca çatışmıştır. Bunun dışındaki kuramlarda, örneğin “Kendiliğinden Yaratılış” kuramında Francesko Redi; canlılığın kendiliğinden, diğer cansızlardan ve birden bire ortaya çıktığını savunmuştur. Çünkü Redi, yaptığı deneyde, kokuşmuş etleri incelemiş ve burada kurtcukların oluştuğunu görünce, bu kurtların kendiliğinden oluştuğunu düşünmüştür. Oysa et, dışarıdan her hangi bir tohum veya yumurta giremeyecek şekilde izole edilince, canlı oluşumu gözlenmemiş ve bu sav geçerliliğini yitirmiştir.

Daha sonra ortaya atılan “Moleküler Yaratılış” kuramı ise; bilim çevreleri tarafından kuşkusuz denebilecek şekilde kabul edilmiştir. Bu kurama göre; dünyanın oluşumu sırasında, başlangıçta, hidrojen ve oksijen gazının ısıtılmasıyla patlarcasına bir tepkimenin ortaya çıkması ve suyun oluşması sağlanır. Dünya oluşurken gerekli enerji volkan patlamalarından ve güneş enerjisinden elde edilmiş olabilir. Bu şeklide, su buharı ortaya çıkmıştır. Volkan patlamaları nedeniyle, o devirde atmosferde, bu günkü gazlar yerine amonyak(NH3), metan(CH4), karbondioksit(CO2) ve bu üçünün birleşmesinden meydana gelen siyanit (HCN) vardı ve havada serbest oksijenin olmayışı, canlılığın ortaya çıkışı hakkındaki kuşkuları doğuruyordu.
Bütün sorun, canlı olmadan, canlılığın temel taşı olan proteinlerin, bu bileşiklerle nasıl meydana gelebildiğini açıklamaktı. Oysa üç milyar yıl önce oluşmuş olan Güney Afrika’daki bazı kayaçlarda 22 çeşit aminoasitin yani proteinlerin yapı taşlarının varlığı saptanmıştı.

Bu konuda en iyi ve kuşku götürmez denemeleri 1953 yılında bir kimya öğrencisi olanStanley Millerbaşardı. Miller, tahmin edilen ilkel atmosferi taklit edip, metan ve amonyağı su içerisinde çözerek bir cam balon içerisine koyup, elektrik deşarjına tabi tuttu.

Buradaki elektrik deşarjı, atmosfer hareketlerinden dolayı ortaya çıkan şimşekleri simgeliyordu. Dünyanın o evresinde bu koşullar büyük bir olasılıkla milyonlarca yıl sürmesine karşın Miller, 24 saat sonra işleme tutulmuş bu karışımı incelemeye başladı. Sonuç şaşırtıcıydı; amonyak, metan ve su buharından, elektrik kıvılcımları sayesinde 24 saatte, bir çok bileşiğin yanı sıra doğada en çok bulunan 3 amino asit oluşmuştu. Glisin, Asparajin ve Alanin.

Öyleyse canlılığın oluşması için; su şarttır….

SUDAN KARAYA GEÇİŞİN GETİRDİĞİ SORUNLAR

Zamanımızdan 500 milyon yıl öncesine dayanan canlılığın sudan karaya çıkışının çok uzun bir zaman alması, evrim konusunun açıklanması en zor yönlerinden birini oluşturmaktadır. Özünde, bir yaşam ortamından diğerine geçişin getirdiği yararların yanı sıra, sayılamayacak kadar çok büyük tehlikeleri de vardır. Suda yaşamaya uyum sağlayan canlılar için; serbest hava zehir etkisi yaptığı gibi; karada yaşmaya uyum sağlamış canlılara da su ortamı büyük tehlike yaratır. Bu tehlikeleri başlıca 3 başlıkta toplayabiliriz.

1. Ağırlığın Taşınması Tehlikesi : Sudan karaya geçişte karşılaşılan ilk sorun, vücut ağırlığının nasıl taşınacağıdır. Balıkların hücrelerindeki sitoplazmanın özgül ağırlığı, suyun özgül ağırlığı ile hemen hemen aynıdır. Bu; balıkların suda, kendi ağırlıklarını algılayamamalarını sağlar. Sitoplazma için; hücrenin organellerinin dışında kalan boşluğu dolduran sıvı kısımdır diyebiliriz.

İşte biz insanların da hücre sitoplazmalarının özgül ağırlıklarının tıpkı balıklar gibi, suya aşağı yukarı eşit olması; bazı bilim adamlarınca, sudan geldiğimizin açık kanıtı kabul edilir. Bu sayede, kocaman bir balina dahi, suda ağırlıksızdır

Bazı balıklarda ise hava baloncukları ve diğer bazı özel yapılar sayesinde, vücut ağırlığı yaşadığı ortama denkleştirilmeye çalışılır. Halbuki karada yaşayan canlıların büyük bir kısmı, vücut enerjilerinin %40 gibi büyük bir bölümünü, vücut ağırlıklarını taşımak için kullanırlar.

2. Suyun Kullanımı : Canlı vücutlarının bir çok işlevini yerine getirebilmesi için suya ihtiyaçları vardır. Buradaki tehlike, suyun kara ortamında çok az bulunması ile başlar. Suyun ve hatta nemin dahi korunması, idareli kullanılması şart olduğundan, yardımcı bir takım yapıların gelişmesi zorunluluğu doğmuştur. Özellikle boşaltım işlevi için su gereklidir. Oysa suda yaşayan canlılar, zaten suyun içinde oldukları için suyu tasarruflu kullanmalarını sağlayan yapılara ihtiyaç duymamış, geliştirmemişlerdir. Ama örneğin çöl hayvanlarında suyun idareli kullanımı için bir çok yardımcı mekanizma gelişmiştir. Bu nedenle; karaya çıkan canlılarda öncelikle susama duygusunun geliştirilmesi gerekir çünkü deniz canlılarında susama duygusu yoktur.

3. Sıcaklığın Korunması : Bilindiği gibi okyanuslarda veya denizlerdeki ısı farklılıkları, karada olduğu gibi ani değişiklikler göstermez. Kara ortamında gece ile gündüz arasındaki ısı farkı dahi çok ciddidir. O halde, diğer büyük sorunlardan biri de, gece ve gündüz ile mevsimsel ısı farklılıklarına uyum gösterebilmektir.

Suyun üç hali olduğunu biliriz…Katı, sıvı, gaz. İşte suyun, bu üç hal arasında yer değiştirirken gösterdiği davranışlardan biri, bizim için hayati önem taşır. Katı cisimlerin çoğunlukla sıvılardan ağır olduğunu ve sıvılar içinde battıklarını biliriz. O halde buz parçaları neden batmıyor veya batsaydı neler olurdu?!

Su, donma noktasını geçerken yani buz halini aldığında hacmi genişler. Dolayısıyla sıvı olan sudan hafif olur ve batmaz. Suyun üzerine çıkarak yüzen buz parçaları, suların üzerini bir örtü gibi kaplayarak göl ve denizlerin dibinin +4ºC ‘de kalmasını sağlar. Dolayısıyla suyun bu özelliği sayesinde canlılık korunmuş ve bugüne dek kalması sağlanmıştır.

Aksi olsaydı, buz kütleleri dibe çökecek ve tüm canlılığı ortadan kaldıracaktı. Üstte kalan kısmın ısısının korunamaması nedeni ile de; üst kısımdaki su da zamanla donacak ve kutuplardaki su kaynaklarımız, büyük bir buz kütlesinden başka bir işe yaramayacaktı. Öyleyse bugünkü varlığımızı, suyun donarken hacmini genişletmesine borçluyuz!!

Nesem Demiray
Eğitmen Dalgıç / Biyolog

nesem@badim.com.tr

 

 

Yazı Dizisinin Diğer BölümleriBilimsel Dalış – 2 >>
Etiketler

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı